Cehennemde ikinci gün. Sinead O’Connor’ın ölümüyle geçmişim kadehteki rakı kadar seyreldi. Artık gençliğime ben bile benim diyemiyorum.
* * *
Masanın, mutfağın sandalyenin kenarda duran yeşil hoparlörün, mekandaki her cansızın sessizliğinde kendimi bulurken oğlum uzun sarı saçlarını bağladıktan sonra yanıtını alabildiği zamanlarda duymaktan en çok hoşlandığı teklifi bir kez daha yapıp masmavi gözleri ışıldıyor.
“Eee baba, anlat”
Ne istediğini biliyorum. Hazırlıksız değilim. Sadece anlattığımda bana ait değilmiş de başkasının anılarıyla dikkat çeken etkileşim budalası bir sahtekar gibi hissettiğim gençliğimi düşünüyorum.
“Ne anlatayım oğlum”
Yüzünde muzip bir gülümsemeyle “Gençlik anılarını” diyor.
Bir cansızdan daha sessizim. Sigara sarabiliyor, çakmağı ateşleyebiliyor, içime çekebiliyorum, su bardağına doldurduğum köpüksüz ılık biradan bir yudum alabiliyorum ama ses çıkaramıyorum.
* * *
İnsan sanırım sadece vardığı yeri hatırlıyor, yol unutuluyor veya hatırlansa da genellikle çekilen çile akılda kalıyor. Aklımdaki geçmişten kesitleri cımbızlayarak çekmek, yolda gördüklerimi karşıya aktarabilmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Sanırım tek bildiğim iyi ki o yoldan geldiğim. Şimdiki benimle barışık olabilmemin tek yolu bu. Birbirimizin hayatlarına sürekli nüfuz eden, etmek zorunda olan hava gibi, su gibi aşındıran, şekillendiren insanları sevmeye devam ediyorum. Eski sevgililerimi seviyorum, bir arada kalma koşullarımız ortadan kalktığında birbirimizi birer derin yara iziyle duygusal bir kaosun içinde özgür bırakmış olmamıza kızgın değilim, bana tam zamanında kötü davranan, ihanet eden, yanımda olan insanların adlarını yüzlerini hatırlamasam da şimdilerini hiç umursamasam da o an tam da olması gerekenin yaşandığını artık biliyorum.
* * *
On dört buçuk milyar yıllık tarihi olan evrende çoğunlukla yüz yıl bile yaşamayı beceremeyecek bir türün anı biriktirmesi çok saçma. Başka bir evren için ancak bir attosaniyeliğine gözlemlenebilecek onların evreninde atomaltı parçacık diye tanımladıkları bir parçağın kendisi bile bizim evrenimiz olabilir. O zaman ne heyecan verici ne şehvetle bezeli geçmişimin, ne de bugün olduğum kişinin bir anlamı olacak demek istiyorum oğluma. Fakat düşündüklerimle söylediklerim arasına sosyal rolüm gereği bir sınır çizerek, önemli olan ne yaşadığın değil, yaşadıklarının seni nasıl bir insan yaptığıdır diyorum.
* * *
Hava bir ceset gibi ağır, bir metre ötemizde dönen pervane o havayı dağıtıp serinliğini bize ulaştıramıyor. İstediğini alamayan, geçmişimi benden dinleyemeyen oğlum karşımda sigarasını mutsuz bir şekilde sarıyor, biramı Sinead O’Connor’a kaldırırken içimden mırıldanıyorum; you made me the thief of your heart
Yorum bırakın