Kara kar yağmaya başlayıp tüm şehri esir aldığında kardeşimin elini tutup tepeye çıkarak şehre baktım. Şehir, dedemin cenazesinde yüzünü siyah tülle kapatan annemin güzelliğine sahip. Okulun çatısı, caminin kubbesi, yükseldikçe kademe kademe daralan çam dalları, dükkanların tenteleri, buz pistinin çatısı, futbol sahası, kent meydanı… Radyolardan sürekli anons geçiliyor, sokağa çıkmamamız, siyah bir örtünün altında kaybolan kentin karaşın güzelliğini görmememiz isteniyordu.
Kardeşimle dünyanın ilk zenci kardan adamını yaptık, kömür topları attık birbirimize. Annemin “ıslanırsanız ikinizi de gebertirim” uyarısına kulak asmak zorundaydık.
***
Basamaklara oturmuş denizi izliyorum. Ufuktaki kara bulutlar hızla kente doğru yaklaşırken hava sıcaklığındaki ani düşüş, plajın hızla boşalmasına neden oluyor. Nereden geldiğini bilmediğim köpük balonlarda gün ışığı kırılıyor, köpük balonların yüzeyinde kırılan ışıkta, nefti yeşil ve kırmızı renkleri bir arada görüyorum. Clemantine adlı çizgi filmde köpük içerisinde gelen periyi düşünüyorum. Kötürüm Clemantine’nin yürümesini ve maceradan maceraya sürüklemesini hayranlıkla izlerken dışarıdaki kara karın durmaması yüzünden hayatımın genel bir katatoniye dönüşmesine engel olamıyorum. Periye aşığım. Bir köpük içinde gelip, kömür karası kötürüm bir canlılığı hayatın içine nasıl katabileceğini hayal ediyorum. O yıllar geride kalıyor. Şimdi ise karşımda devasa bir su kütlesi, koskoca Akdeniz duruyor tüm maviliğiyle, yeşilliğiyle…
“Ateşinizi alabilir miyim?” diye soran kız, içine düştüğüm düşüncelerin bir anlığına dağılmasına neden oluyor.
“Sence bu denizin dolabilmesi için kaç yıl yağmur yağdı?”
Kız sorum karşısında afallayıp dalgalı kızıl saçlarını başının arkasında kabaca toplarken tek kaşını kaldırıyor “Çok uzun zaman olmalı.”
“Bir çukurdan ne zaman deniz diye bahsedilebilir?”
“İçi suyla dolduğunda mı?”
“Hayır, sanırım dünyanın bütün çukurları yağmura teslim olduğunda, sanırım dünyanın dolan tüm çukurları birbiriyle bir şekilde bağlandığında…”
“Nasıl?”
“Karadeniz, Marmara’ya, Marmara Ege’ye, Ege Akdeniz’e, Akdeniz Atlantik’e, Atlantik Pasifik’e… böyle böyle birbirlerine dokunduklarında ve üzerinde yürüdüğümüz kara parçalarını irili ufaklı adalara dönüştürüp kuşattıklarında…”
“Bu durumda çukurlar deniz olurken, kara parçaları da adaya dönüşüyor. Sanırım her şey kendisine dokunan başka bir şeyle birlikte değişiyor.”
“Bize dokunmalarına izin veriyor ve değişime karşı istemsiz bir direnç gösteriyoruz.”
“Teslim mi olmalıyız bizi değiştirecek etmenlere?”
“Kazanamayacağımız savaşlara girmenin anlamı olduğunu düşünmüyorum.”
Kız sigarasını ağzına götürüp, çilli yüzü düşünceli bir hal alırken, gözüne gelen güneş yüzünden gözlerini kısıyor.
“Benden ateş istemiştin değil mi Sebahat?”
“Evet Chao…” diyor.
“Kamuran’ı bekliyorsun?”
Ufku işaret edip “Yağmuru” diyorum. “Kamuran öldü, herkes gibi… Erimez sanılan kara kar gibi eridi herkes.”
“Ya sonra?”
“Kapkara gölgeler gibi izler bıraktılar arkalarında. Bedenimdeki tüm karartılar, kara kardan kalma Sebahat.”
Sigarasını yakıyorum, derin bir nefes çekiyor. “İzninizle” diyor gitmek üzere ayaklanan arkadaşlarını işaret edip.
“Sohbet için teşekkür ederim” diyorum. Kibarlık olsun diye adını soruyorum.
“Sebahat…” diyor gözlerinin içinde kum saatleri devrilirken…
Yorum bırakın