Çıplak ampul ışığında rakı içmenin iskelesindeyim. Masada tırtıklanmış haydari, üstünde kemik birikmiş et ve humus tabakları… Ortama sonradan dahil olmak daima sıkıntılı… Ya köşede oturup yancı gibi önüne atılan muhabbete ortak olacak, mümkün olduğunca sıkılacak ve gitgide yalnızlaşacaksın ya da sazı eline alacaksın. Her iki seçenek de baş belası gibi görünse de, ikinci şık kötünün iyisi olarak parıldıyor.
Evimde oturup kitap yaprakları arasında gezinmek, sigara içmek için balkona çıkmak, karımla şuradan buradan konuşmak, kendi sahamda sevişip depreme yakalanmış ıslak köpek gibi titreyerek boşalmak varken, iyi bir insan olma çabamın yine sekteye uğrayacağı bir gecede kendimi uçurumun kenarına zorla getirilmiş gibi hissediyorum. İçmek istemiyorum ama içeceğim, susmak istiyorum ama konuşacağım, ayık kalmak istiyorum ama sarhoş olacağım, huzur içinde evime gidip karımın koynunda uyumak istiyorum ama olmayacak biliyorum. İçimde uyuyan ayı uyanacak ve her şeyi devirerek yürüyecek ama her şeyi. Eğer yarın sabah uyanırsam, (ki geçmişte kalan kırk yılın kırkında da istisnasız her sabah uyanmış bir kişi olarak ne yazık ki ölmeyeceğime ve yeniden uyanacağıma kefilim, tanrı beni almaz, sevdiklerini alır sadece ve bu masada oturan iki kişiyi de sevmediğinden eminim. Onlar da uyanacaklar, hiçbir şey olmamış gibi devam edecekler.) kırk yılın kırkında da her sabah uyandığım gibi eksik ve pişman uyanacağım. İyi insan olma çabamı sekteye uğrattığım için pişman, karımı Azra’yla yalnız bıraktığım için pişman, akşamdan kaldığım için pişman, para yokken para harcadığım için pişman, çocuğumu aramadığım için pişman, annemin iyi dileklerini hak etmediğimi düşündüğüm için pişman, Zerre’ye içmeme sözü verdiğim halde içerken sözümü de çiğnemiş olacağım için pişman… Bazen evrimin hiçbir basamağını takip etmeden hızla insan görünümüne kadar yükselmiş olduğumu düşünüyorum. Belki de cennetten kovuldum ve buraya düştüm. Belki de yine akşamdan kaldığım için cennette geçirdiğim zamanları anımsamıyorum. Kim bilir!
Daha oturmama fırsat vermeden yanıma konan kadehlerden biri doluyor. Hatta rakıma buz bile atılıyor. Rakıma buz konmasından nefret ederim. Rakı soğuk olmalı, değilse de soğuması için beklenmeli. Içerken üst dudağınızı gıdıklayan bir buz parçası ancak suyun içinde anlam taşıyabilir. O da rakı içerken değil. Rakı sofrasında buz, batak masasında imam kıyafetiyle oturan biri gibidir. İçimden itiraz ettiğim noktalara karşı susma nedenim kibar bir insan oluşum. Emeğe ve iyi niyete olan saygım. Içimdeki adamsendeci, fark etmezci, vurdumduymaz ayı büyük bir kabullenişle kovandaki balı içindeki arılarla birlikte yiyecek.
Alp ve İlker Yıldız Tilbe’nin müziği eşliğinde birbirlerinden sıkılmanın eşiğinde oturuyorlar. Şef masada göz gezdiriyor. Buzun ve umutsuzluğun tamam olduğundan emin olup korlaşmış kömür ocağının yanına gidip yarım kalan sohbetine devam ediyor. Alp durup dururken izlediği oyunu övmeye başlamasa ne hakkında konuşacağımı düşünüp duracaktım.
“Belediye başkanı salt sanatla ilişkiliymiş gibi görünmek için belediye bünyesinde tiyatro diye bir şey barındırıyor. Oysa belediye kadrosuna aldığı tiyatro personelinin partisiyle olan ilişkisi tiyatroyla olan ilişkisinden daha fazla. Hal böyleyken belediye bünyesinde çalışan tiyatro personeline sanatçı diyorlar. Sanatçının icra ettiği işe ise sanat! Bunu ben söylemiyorum. Tiyatrocular ve belediye ve devlet bunu böyle lanse ediyor diye siz de onların papağanı oluyor, onların söylediklerini tekrarlıyorsunuz. Sanat sanat sanat sanat! Deli misiniz siz yahu! Ne tiyatro sanat, ne de onlar sanatçı… Belediyeciler olmayan sanat aşklarının propagandasını yapabilmek için dekorasyondan satınalmaya, ışıkçıdan oyuncuya kadar bir sürü insana maaş bağlamış çalıştırıyor. Prömiyerde basınla birlikte protokolde boy gösterip o boktan işlere onay istiyorlar. Alıyorlar da. Zira belediyelerin yerel basına verdikleri reklamlar, ilanlar olmasa yerel basının hayatta kalma şansı sıfır. Bu yüzden basın onlarla iyi geçinmek zorunda. Anlıyor musunuz?”
“Söylediklerine katılıyor olmakla birlikte tiyatronun sanat, icracılarınınsa sanatçı olmadığını sadece birer oyuncu olduklarını söyleyerek haksızlık yaptığını düşünüyorum ihtiyar. Mesela, neydi o kısa boylu adamın adı? Şeyde de oynamıştı!”
“Ali Sürmeli mi?”
“Hah o!”
“Aranızda ne çeşit bir ilişki var la sizin?”
“Sen anlamazsın ihtiyar bizim aramızdaki ilişkiyi.”
“Mesela Ali Sürmeli o küçücük cüssesiyle Aspendos’ta tek başına sahne alsın, bütün anfinin üstüne kabus gibi çöker. Tek izleyici bile nefes alamaz. Bence bunu Genco Erkal da yapabilirdi eğer bu adar yaşlı olmasaydı.”
“İzleyiciyi büyük oynayarak manipüle edebilme kabiliyetinin bir illüzyon olduğunu kabul etmek sizin için neden bu kadar zor? Neyse siktiredin. Tokuşturun.”
Kadehler ağızlarından baş ve işaret parmaklarıyla kavranarak yeni asılmış mahkumlar gibi sallanırken diplerinden çarpıştılar. Fondiplenen kadehler masaya bırakıldı. Alp, gözlüğünün sapını tutmuş sallarken tiyatro konusuna yeniden girmeye cesaret edemedi. Kafalarımız bulanmaya başlamıştı bile.
“Sıtma olacaksın ve kinin bulamayacak, titreyerek geberip gideceksin.”
“Aha! Alp’in tiyatrosu bitti yine bana mı geldik ihtiyar?”
“Kamboçya’da bir insan kariyer yapamaz İlker ama kusursuz bir sıtma ile ölebilir. Sen metropollüsün. Çekik gözlü sarışın dişi sivrisineklerin kanına nasıl hücum ettiklerini görünce bana hak vereceksin. Biz metropollüyüz, bu bizim zavallı gerçekliğimiz. İlk gün manyak bir Çinli seni el arabasıyla bütün ülkede yirmi dolar karşılığında gezdirecek, akşamüstü sıtma olduğunu fark edip indirecek.”
“Ne el arabası ihtiyar? Senin üç tekerlekli taksilerden haberin yok galiba.”
“Doğru” diye söze karışan Alp, sapından kavrayıp salladığı gözlüğüyle hayatın sırrını veren bir ciddiyetle artık el arabasının kullanılmadığını söyledi.
“Bravo lan! Adamlar triportörü icat etmiş! Lan ben o zımbırtıyı son gördüğümde sekiz yaşındaydım.”
* * *
“Chao da içiyormuş” dedi Zerre telefonu tedirgin bir şekilde masanın üstüne kapatırken.
“İlaç almamış mıydı o?” diye geçiştirmek için geveledi Azra. İlker’le ilişkileri çalkalanmaya başlamış, Kamboçya planları ile alt üst olmuş, dostu bildiği Zerre’yle efkar dağıtmayı aklından geçirmişti.
Zerre, İlker ve Chao’nun daha önce birlikte içtikleri zamanları daha düşünmeden bile tedirgin olmuştu. Birasından bir yudum daha alıp Azra’nın karşısından kalktı ve gidip elektrikli ısıtıcıya kahve için su koydu. Biri ayık kalmalıydı. “Neden hep ben?” diye sormadan edemedi. Her şeyden sorumlu hissediyordu kendini. En çok da Chao’dan. Onu boğmamaya çalışırken çoğu zaman boğulduğunu düşünmekten kurtaramıyordu kendini.
Kahvelerle geri döndüğünde Azra için için ağlıyordu. Bütün gün yaptığı gibi bir kez daha teselli etmeyi geçirdi aklından, boş verdi. Daha ciddi bir krizin eşiğinde durduğunu biliyordu. Samsung Galaxy S3’ünü çevirip baktı. Saat on bire geliyordu. Yola bakıp iç geçirdi. Karanlığın içinde karşı apartmanın bahçesindeki kayısı ağacıyla kendi binalarının önündeki elektrik direği arasında her gece ayin yapar gibi uçan üç yarasaya gözü takıldı. Uçarak dans ediyorlardı. Başka zaman olsa bu ilginç koreografiden sıkılmayabilirdi, kahvesinden son yudumu alıp kupayı masaya bırakıp bir Camel daha yaktı.
* * *
Şef ortalığı usul usul toplarken müşterilere yaptığı işi gösteriyor, artık gidin de evimize gidelim demeye çalışıyordu. Haklıydı. En çok da o haklıydı. Ailesiyle zaman geçirmek yerine üç kuruş para için başkalarının masalarına içki taşıyor, başka bir arzuları olup olmadığını soruyor, bitmez tükenmez isteklerin yanında bir de müşterilerin burun kıvırmaları, aptalca şikayetleriyle uğraşıyor her seferinde ya sabır çekerek masalardan ayrılıyorlardı. Duplikasyon, translokasyon, kromozomlar ve sendromlar hakkındaki konuşmamız şefin dikleşen bakışları altında eridi gitti. Kendiliğindenci bir sessizlikten düşüyorduk. Cüzdanıma davrandım. Hesabın altından kalkmam mümkün değildi ama duymak istediğim cümle gecikmedi.
“Sen misafirsin. Seni biz çağırdık.”
Aptalca ama saygı duyulası bir gelenek. Üçte biri içilmiş ellilik rakı ile durağa yürürken Zerre’yi aradım. Sesim de iyiydi adımlarım da. Kendimle gurur duydum. Aldığım antidepresanların alkolle buluşmasının ergenliğimde yaşattığı kabuslardan çok uzaktaydım.
“Çıktık meleğim, en çok bir saate evdeyiz.” Saat 00:00
* * *
“Saat kaç?”
“Dokuz buçuk!”
“Saat çalmadı mı?”
Biri kafamın içine elli kilo kadar civa dökmüş gibiydi. Gözlerimi devirmeye kalkışmam bile bütün metabolizmamı hareketlendiriyor. Midem bulanıyor, sırtımdan enseme doğru şiddetli bir ağrı tırmanıyor, ayaklarımdan çekilmeye başlayan kan karnıma doluyor, parmaklarımın ucu soğuyor, bütün bu değişiklikler kıpırdanmama neden oluyor ve her şey çok daha büyük bir şiddetle yeniden başlıyordu. Beynimin içinde Kürtler düğün yapıyor, bazıları havaya ateş ediyor bazıları davulu patlatmaya çalışıyor, siktiğimin halayı durmak bilmiyordu. Damadın sırtına vuruyorlar, karyola gıcırdıyor, gelinin anası ağlıyor, başım bıçağın ucunu görmüş olgun bir karpuz gibi çatırdıyordu.
* * *
“Saat kaç?”
“On iki buçuk!”
“İşe geç kaldım.”
“Bırak şimdi iş yerini. Onu ben hallettim. Hastasın kusuyorsun. Miden kötü.”
Yataktan kalkıp ayaklarımı sürüyerek salona geçtim. İlker ve Azra sessizce oturuyorlar. Televizyon açık fakat ses yok. Bol makyajlı tanıdık kadınlar, tanımadık adamlar, yaşlı kadınlar, ilk kez mikrofon görüyormuş gibi tepki verenler, minik serçe, hızla kalkan siyah porsche cayenne jip… Magazin bir kez daha anlaşılmaz geliyor.
“Seni bir daha öyle görmek istemilyorum Chao!”
“Bir daha içki içmek istemiyorum.”
Zerre’nin neden kızgın olduğundan haberim yok. Kapı çalıyor, Azra kapıdan iki kutu pizzayla dönüyor. Peynirli, zeytinli, kekikli falanlı filanlı ve sucuklu, salamlı, mantarlı, biberli… İlker’le bende yiyecek güç, kadınlarda moral yok. Kutuları yokluyoruz. Ketçap ve mayonez poşetleri sehpanın üzerinde küçük bir tepecik oluşturmuş eksilmeyi bekliyor.
“Otobüsten inip RockBarr’a gitmeyi önerdin ihtiyar. Yoksa ne güzel eve geliyorduk.”
“Hatırlamıyorum.”
Otobüse bindiğimizi de gecenin bir yarısı Alp’in bizden ayrıldığını da hatırlamıyorum. RockBarr’a gidip dörder bira ve üstüne tekila içtiğimizi, kel bir adamın bize musallat olduğunu, tehditle hesap ödettiğimizi, barın üstüne çıkıp dans ettiğimizi hatırlamıyorum. Zerre aradığında telefonu açtığımı, yer bildirdiğimi, gelip beni almasını söylediğimi, o gelmeden barı terk ettiğimi, İlker’le ayrıldığımızı ama ikimizin de eve gitmek yerine sokakta kaybolduğunu hatırlamıyorum. Soluğu şehrin başka mahallelerinde aldığımı, beni iki kişinin bulduğunu, motor fonksiyonlarımın büyük bölümünü kaybettiğimi hatırlamıyorum. Karımın beni güçlükle bulduğunu taksiye bindirdiğini, eve getirdiğini, İlker’i kaldırımda uyurken bulduğunu, Azra’nın başında dikildiğini hatırlamıyorum. Taksiye kustuğumu hatırlamıyorum, saatin dört olduğunu hatırlamıyorum, mahallelinin uyumak yerine balkonlarda oturduğunu, bize baktığını, hakkımızda dedikodu çevirdiklerini hatırlamıyorum. Kustuğum taksinin mahallenin taksisi olduğunu, adamlarla hergün yüzyüze baktığımızı beni daha önce birkaç kez işe götürdüğünü hatırlamıyorum. Ben hatırlamıyorum. Artık birçok şeyi hatırlamıyorum belki de hatırlamak istemediğim için hatırlamıyor, belki de beynimde bir sorun olduğu için her şeyi unutuyorum. Gündelik hayatıma dair birçok gelişme hak ettiği değeri görememekten dolayı siliniyor. Silinmeli de. Bunun başka çaresi yok. Unutmak için içiyorum klişesi bana göre değil. İçmeden de unutuyorum. Hem de tamamen. Testlerim normal çıktı. Sorunumun psikolojik olduğu konusunda fikir birliğine vardılar. Yazılan ilaçlar aksi yönde işe yaraması gerekirken aklımın kaygan zemininde herhangi bir bilginin, olayın, gelişmenin ayakta durması mümkün değil. Unutuyorum, her şeyi ama her şeyi… Hayatımı kazanmak için beynime ihtiyacım kalmadığı gün adımı da unutacağım. Kim olduğumu soranlara sadece hatırlamıyorum diyeceğim. Kim olduğumu hatırlamıyorum! Gündelik gelişmeler içinde taktığımız ve çıkarmayı unuttuğumuz maskeler katmanlaşıp kırılması olanaksız tabakalar haline geldikçe içimde bir “ben” kalıp kalmadığını dahi unuttum. Yalnızca cismime verilmiş değiştirilmeyen bir addan ibaretim: Chao… İçimden bir tanrıya sığınmak geçiyor ama tanrı bile bu cismin altındaki hangi Chao’yu koruyacağını bilmiyor.
Midem iyi değil. İçimden evdeki herkesi kovmak istiyorum ama Zerre’nin tepkisinden çekiniyorum. Zerre’yle yalnız kalmaya ihtiyacım vardı ama o misafirlerle ilgilenirken ben kendi içime gömülecektim. Ayıp olacağına aldırmadan bilgisayardan Shameless izlemeye başladım. Onlar salonu boşaltıp balkona çıktılar. Frank Gallagher Kanada’da bir bankta uyandı. Hatırlamıyordu.
Yorum bırakın