Önemsiz Şeyler

·

Mahallenin gençleri Şükrü Bakkal’ın önünde toplanmış bir ucu Adnan’ın elinde olan ipe bakıyor, diğer ucuna kuyruğu bağlı olan lağım faresinin başarısız kaçma girişimleriyle eğleniyorlardı. Fare sağa kaçıyor, olmuyor, sola gidiyor, olmuyor, insanların ayaklarının altına kaçmaya yeltendiğinde gençler heyecanlanıp yerlerinde sıçradıklarında Adnan kahkahayı basıp ipi geri çekiyor.

Önemli bir şey yoktu. Olmazdı. Suna Abla bakkalda başımı okşayıp Şükrü Abi bu yakışıklıya bi bisküvi versene, deyip küçük ruhumu mest ettikten bir hafta sonra boğulmuştu. Sevdiği adam onu kurtarmamış ya da kurtaramamıştı. Sevdiği adam evliydi ve Suna Abla’nın cenazesine de gelmemiş ya da gelememişti. Onun yerine dedikodusu gelmişti.

“Allah taksiratını affetsin!” demişti annem,

“Amin!” demişti Emine, Mevlüde, Badem ve Kaymak Yenge’ler…

Ben iplere perde yapılmış çarşafların arkasından yükselen suyun buharını görmüştüm. Bir de kadınların gölgelerini. Yıkıyorlardı Suna Abla’yı. Güzel kadındı.

Dedikodunun olay esnasında ve hemen akabinde yapıldığı, herhangi bir konunun uzatılmadığı, uzatılırsa da “Eeehhh… bu konu sıktı don lastiği gibi!!!” uyarısıyla kapatıldığı bir mahalleydi. Önemsiz şeyler hep olurdu nihayetinde.

“Şükrü Abi bi Elvan açsana!” diye seslendi Adnan.

Bakkalın içinden yayılan serin “Fıssss…” sesini hepimiz duyduk.

Başparmağıyla gazının kaçmasını önlediği gazozun dibini göbeğine dayayıp çıktı Şükrü Abi bakkaldan, fareye dikkat ederek Adnan’ın eline tutuşturup seyrenceye katıldı.

Üstünde konuşulacak bir şey değildi bu. İpler Adnan’ın elindeydi. Belki de ilk defa ve o da bunun keyfini olabildiğince sürmek istiyordu belli ki.

Ömer Abi’yi güvercin hırsızlığından içeri tıkmışlardı ve Türkan babaanne elindeki pazar çantasının içine doldurduklarıyla kalabalığın arkasından sessizce cezaevinin yolunu tutmuştu. Geçerken bana dolu dolu gülümsedi. Onunla kadınlar hamamına gitmiştim. Buharla yumuşamış büsküvi yemiş, bir daha hiçbir bisküviden o tadı alamamıştım. Belki beyaz sabun, belki beyaz kadın kokusunun eksikliği… Bilmiyorum.

“Sen oku da mühendis ol koca kafalı oğlum.” dedi yanağımı okşarken. Etiyopya göçmeniydi. Vaktiyle gelmişlerdi, zenciydi, korkmuyor, tedirgin oluyordum. Rengi yüzünden değil, kısa kıvırcık saçları yüzünden. Aslında ondan da değil. Arap saçı teriminin korkunç bir şey olduğunu sanmamdan. Korkunç bir şey değildi aslında. Karışıklıktı. Bütün toplum gibi bir karışıklık. Tahammül de şikayet de edilebilir bir karışıklık…

Olta karıştığında denize atardık. Misina orada çözülürdü kendi kendine. Bu bir sihir belki de… Maya’yla yollarımızı ayırmadan önce konuştuğumuz önemsiz şeylerden biri olmuştu karmaşa…

“İlişkimizi denize atalım, deniz çözmenin bir yolunu bulur” demiştim ona. Zaman denizine attık, çözüldü. Ayrışmak bazen çözülmektir, karışıklıksa bir arada kalmanın yegane şartı.

Adnan Abi bitirdiği şişeyi evinin sarı bahçe duvarının dibine bıraktı. Arkasındaki beyaz bahçe kapısında babası Lütfü Dayı belirdi. Lütfü Dayı ayakkabıcıydı ve yapıştırıcı solüsyona “sülüksiyon” diyordu. Sözcüğü ilk kez ondan duyduğum için solüsyon sözcüğünü yıllarca sülüksiyon olarak telaffuz etmiştim. Büyüklere her zaman güven olmuyor.

Babasının cılız bakışları Adnan Abi üzerinde yüksek bir etki yapmış olmalıydı ki bu önemsiz gösteriyi sonlandırmaya karar verdi. İpi savurarak kuyuruğundan bağlı fareyi sarı duvara defaatle çarparken farenin sesini cılız sesini hepimiz duyabiliyorduk. Sarı duvar kanıyordu. Ses kesildiğinde anladılar ki gösteri bitmişti. Şükrü Abi duvarın dibinden Elvan şişesini alıp bakkala girdi, gençler dağıldı, Adnan Abi babasının arkasından bahçe kapısını geçip kayboldu. Sahnede tek başıma kalmıştım. Fare leşinin yanına yaklaştım. Duvarın dibinde öylece yatıyordu. Mahalledeki çocuklardan hayvan leşlerine üç kez tükürmeyi öğrenmiştim. Önemsiz bir detay: Tükürmedim.

“Önemsiz Şeyler” için bir cevap

Yorum bırakın

Get updates

From art exploration to the latest archeological findings, all here in our weekly newsletter.

Abone Ol