Gevrekler yeni!
Gevrekler yeni!
Gelin bakın, gevrekler yeni!
Simit gevrek!
10:42
***
Her gün aynı saatte. Yolun solundaki kaldırımda önce tablası, sonra başı, sonra gövdesi, sonra bacakları görünen dengesiz bir kayık. Dünya yuvarlaktır.
***
Kasımda tohumlanan topraktan eylülde sökülüp kızılderili çadırı gibi toplandığı yere çatılan susam, yılın son güneşinde kurutulduktan sonra çırpılıyor, eleniyor, tekrar eleniyor, ayıklanıyor, yıkanıyor, kurutuluyor, kavruluyor. İnsan harcayacağı emekten ne kadar nefret ediyorsa harcadığı emeği de o kadar seviyor.
“Sen sevmiyor musun?” diye soruyor pastasını çatalının kenarıyla kibarca keserken.
Sevmenin tam olarak ne olduğundan emin değilim Polina. Böyle bir sözcüğün varlığından eminim ama doğru kullanıp kullanmadığımdan asla emin olamadım. İnsanların bunu karmakarışık bir yığın içinde ayrıştırabildikleri iddiasını genellikle hayalet görme hikayelerine benzettiğim için eğlenerek dinlediğim birer masal olarak gördüğümü itiraf etmek istiyorum. Bir diğer itirafım da bunun ne olduğunu biliyormuş gibi davranma becerim. Belki de en büyük aşıklar diye tanımladıklarımız büyük aşık taklidini en iyi yapabilenlerdir. Sahnede izlediğimiz Romeo rolünü başarıyla oynarken gözlerimizi nemlendirip içimizi coşkuyla dolduran bir aktörün gerçek hayatta da bir benzerinin olabileceğine inanmıyor musun; daha da kötüsü onu başarıyla taklit edebilen bir amatörün kendisinin bile farkında olmadığı bir taklit içinde etrafa aşkın duygular saçarak yaşadığını kim bilebilir?
***
Gevrekler yeni!
Gevrekler yeni!
Gelin bakın, gevrekler yeni!
Simit gevrek!
10:45
***
“Toplan” diye metalik sesli bir komut geldi hemşireden.
Toplanırken, ellerini kirli beyaz önlüğünün ceplerine sokmadan hemen önce, soğuk ucunu sırtımda hissettiğim steteskopunu boynuna astı doktor. Beyaz, ince uzun parmakları piyano çalmak veya resim yapmak için yaratılmış olmasına rağmen o veba, lepra, kolera, boğmaca ve dahası insanlarla uğraşmayı seçmişti. Sus işareti yapan hemşire kılığındaki model Dilek Tunca’nın en ucuz çerçevedeki siyah beyaz portresinin asılı olduğu Ankara grisi duvarların belden aşağısı müstahdemlerin sedyeleri hoyratça iterken duvarlara çarpmalarıyla yer yer sıyrılmış.
“Söyle bakalım ufaklık, anneni mi çok seviyorsun babanı mı?” diye sevecen bir nezaketle soran doktorun yüzüne bakmadan kenarda yakası kürklü kahverengi süet kabanı içinde bir hippi gibi bekleyen annemle göz göze geldim.
Henüz iki yaşındaydım Polina. Sadece iki yıldır dünyadaydım. Annemi de babamı da sevebilecek kadar uzun süredir tanımıyordum. Bu hastanedekilerin tam da o an biraraya gelmelerine neden olan gücün benzeri bizim evimiz için de geçerliydi. Tanrı kararıyla hepimizin tayini o eve çıkmıştı. Ayrıca iki yıldır dünyada olan birinin hem gezegeni hem de insanları yeteri kadar tanımayacağı varsayımıyla böylesine ağır bir sorunun sorulması doğru değildi. Belki annemle babam daha tecrübeli oldukları için onlara sorulabilirdi bu soru: Hanginiz Chao’yu daha çok seviyorsunuz? Sormadığına göre onlarda bana karşı böyle bir duygunun olmasına ihtimal vermemişti.
Cevap vermedim. Annem de biraz çekingendir diyerek yanıtsızlığımı açıklamak zorunda kaldı.
***
Simitçiyle aramızdaki sessiz protokol gereği her sabah aynı saatte aynı yerde buluşuyoruz. Ben onun sesini duyuyorum, o benim simitlere karşı kayıtsızlığımı görüyor. Ben günün birinde onun sessizce geçmesini bekliyorum, o benim simit almamı. İşte tam da bu beklentiyle ikimiz veya hepimiz günün aynı saatinde aynı yerde birarada oluyoruz, başka sebebi yok. Bir çeşit olasılık bağımlılığı.
Yorum bırakın