Kolonya

·

“Çağlayanlar, orman, mutlu hayvanlar, ılık hava, yemyeşil çimenler… işte bana öylesi bir ortam iyi geliyor moruk, anlıyor musun?” dedi sırasını bekleyen eroinman asker “ancak öyle bir yerde aramıyorum.”

On beş yaşımda üzerimde Manowar’ın albüm kapağının baskısının olduğu beyaz bir tişört elli kiloluk bedenimi sarıyor, ayağımda yağlı boyayla yer yer farklı renklere boyadığım askeri bir postal, ayağımda ince fitilli siyah kadife bir pantolon. Yanımda babam, onun yanında annem gözlerini siliyor. Onlara göre henüz küçük bir çocuk olan ben, akıl hastanesine yatırılmadan önce psikiyatrın odasından adımın seslenilmesini bekliyor olmam büyük bir trajedi. Asker bacaklarını hızla ritmik bir şekilde sallamaya başlıyor, annem üst dudağını düşünceli bir şekilde kemirirken burnunun yanından süzülen yaşı tutmak için artık bir şey yapmıyor.

Geniş kahverengi film kaplı camlardan içeri hücum eden sonbahar akşam güneşini göğsümde yumuşatıyorum, aklımsıra parmaklarımla gölge oyunları yapıyor, sıra bekleyen diğer delilerin dikkatini bir şekilde üzerimde tutmayı başarabiliyorum. Eroinman asker ayağa kalkmayı denediğinde bileklerindeki kelepçeyi görüyorum, ortada gezinen astsubay omzuna bastırıp oturtuyor, asker direnemiyor.

“Chao Tica”

Odaya beraber giriyoruz, annem, babam ve sonuç. Annem ve babamla hiçbir kelimesini dinlemediğim teknik bir konuşma yapıldıktan sonra hastaların kaldığı bölüme inerken mavi pijamaları içinde terlikli adamlar, sabahlıklı kadınlar beyinleri alınmış gibi koridorda yürüyorlar, ara ara başını kaldıranlar ölü gözleri ve zombi hareketsizliğiyle bize bakıp gözlerini yeniden yerdeki karolara çeviriyor. Kanatlı kapıları iterek içeri girdiğimizde solumda annem, sağımda babam. Karşıdan yetmişlerinde bir kadın geliyor, gülümsüyor. İçerideki deliler hemşireler ve hastabakıcılardan ibaret hareketliliğe bir de çekirdek ailemle birlikte biz katılıyoruz.

“Ben Polina” diyor çatallı ama sevecen bir sesle “Benim de senin gibi bir sevgilim vardı, dalyan gibiydi, uzun yağmur başladığında gitmişti” diyor. Tam karşımda duruyor, cıvıl cıvıl gözleri birkaç hayat önce ölmüş gözlerimde.

Metalik sesli bir hemşirenin sesi yankılanıyor “Polina, rahat bırak Chao’yu.”

“Sorun değil, kendini tanıştırıyordu.” diyorum. Akıllı numarası yapmayı hep seviyordum. Eğer başarabilirsem burada da yapacak, iyileştiğime inandıracak ve sokağa dönecektim.

“Gelin, kalacağınız odayı göstereyim” diyor hemşire. Sesinde duygu yok.

İkili ve üçlü iskandinav kanepelerle döşenmiş dev pencereli salon en alt katta olmasına karşın çok yoğun ışık alıyor. Normal bir hastanenin bahçesinde ama sıradan hastalardan yalıtılmış, merkez binaya oldukça uzak, ters inşa edilmiş bir yapıydı. En üst kattan binaya girip en alt kata inmiştik. Pencerelerin çevresinde güller, az ileride salkım söğüt ve akasya ağaçları. Delilere seyirlik bir cennet parçası. Birkaç da dere olsa eroinman askere iyi gelebilecek yer burası olabilirdi, belki o yüzden buradaydı.

İki kişilik odada ortadan dikine bölünmüş mdf dolabın sağ kısmı boş olduğu için lacivert bir spor çantasına sığan hayatımı dolaba yerleştirdim. Hemşire üst rafa koyduğum kolonyayı istedi, itaat ettim. Bir çantaya sığan hayatımdan Johnson’s Baby okyanus kokulu kolonya eksilmişti.

Oda arkadaşım orta yaşlı kara kuru, kirpi saçlı her yerinden kıl fışkırmasına karşın sinekkaydı tıraşlı bir adam. Muhtemelen sahte, lacivert Puma eşofmanının paçaları yere sürtmekten aşınmış, terlik izleriyle kirlenmiş, çıkık dizlerini göğsüne çekmiş korku ve merakla izliyor.

“Berkay, oda arkadaşın Chao’yla tanış” diyor hemşire.

Berkay konuşmadan izlemeyi tercih etmesine karşın annem nezaketle yeni oda arkadaşı kendisiymiş gibi gülümseyip başıyla selamlıyor. Babam olan biten her şeyden sıkılmış anneme hadi hatun, biz gidelim, diyor.

Ne yapacağımı bilemesem de kanatlı kapıya kadar annemle babama eşlik ediyorum. Annem yine ağlarken babam uslu dur ve iyileş diye son talimatını veriyor.

Odaya mı salona mı gitsem karar veremediğim o an.

Kanatlı kapının önünde bir mevsim kadar dikilmiş olmalıyım ki kendime geldiğimde üşüyordum. Başımı çevirdiğimde Polina’nın gözleri gözlerimdeydi “Senin gibiydi” dedi, “uzun yağmurda gitti.”

* * *

Gece yarısı. Samsun paketinden çıkardığım sigaranın turuncu kaplı filtreli kısmını dudaklarımın arasına koyup yakıyorum. Berkay’ın dizleri çenesinin altında, sırtı duvarda, Maltepe sigarası ağzında. “Babam deliydi” diyor. Ondan duyduğum ilk cümleler bunlar. “Gözleri senin gözlerin gibi bakardı” Burada olan olmayan herkese benziyorum diye düşünüyorum.

“SEBAHAT TAMAM SAKİN OL, ÇIK ORADAN!!”

Metalize hemşirelerin çığlıkla komut arası bağırışları uyuyanları uyandırıyor. Koridorda her telden delinin maskaralıklarını ağzımdaki Samsun’dan duman çıkararak izliyorum. Biraz sonra kanatlı kapılar itilerek hastabakıcılar kontrolden çıkan koridoru hale yola koymaya çalışıyor, bana da içeri girmemi söylüyorlar, kıpırdamıyorum. Sebahat’in girdiği ve çıkmadığı yeri merak ediyorum. Ortalık nispeten yatıştığından hastabakıcılar sağlı sollu odaların bulunduğu koridorda odamın kapısında dikilmemi çok da dert etmeden hemşirelerin yardımına gidiyorlar.

“SEBAHAT ÇIK DİYORUM, DOKTORU ÇAĞIRACAĞIM YOKSA”

Hemşirelerin kurallı cümlelerine karmakarışık sözcükler ve tiz çığlıklarla Sebahat’in sesi eklendi. Demek ki Sebahat hemşirelerin ve hastabakıcıların halüsinasyonu değildi.

Berkay’ın varlığını arkamda hissettim, bacakları titriyordu. “Çok iyi bir okulda matematik okuyormuş, son sınıfta çözülememiş problemlerden birini çözmeye çalışırken buraya düşmüş” diye klişe bilgiyi verdi. Bu hikayelerin anafikri hep aynı. Bir başarı saplantısı ve son anda yaşanan kırılma. Ölümle gelen, yağmurla gelen, hastalıkla gelen, felaketle gelen, sınavla gelen kırılmalar, pamuk ipliğine bağlanan tonlar, üstüne yüklenen fazla anlamı taşıyamayan hayatlar… anlatılması ziyan bir hikaye de olsa o sıkıcı ve benzer hikayeleri yaşayan yaşıyordu, yaşamaya devam edecekti.

Berkay giydirilmiş bir iskelet gibi ayaklarını sürüyerek yatağına dönerken ortak banyodan hemşirelerin arasında çıplak, yirmili yaşlarında, saçlarının her yerine el kremi sürülmüş Sebahat çıkarılıyor. Odasına götürülürken yüksek numaralı gözlüklerinin arkasından bana bakıp “Sakın kimseye bahsetme.” diye fısıldıyor.

Son dumanı koridora üfleyip odaya girip yatağıma oturup ve sigarayı ayağımın topuğunda söndürüyor, izmariti kalorifer peteğinin üzerindeki yarıya kadar su dolu kabın içine atıyorum.

Cızlayan nasırımı içinde hisseden Berkay misket gözlerini döndürerek “Beni korkutamazsın, babam da deliydi benim, senin gibi…” diyor, dizlerine sarılıyor.

Yorum bırakın

Get updates

From art exploration to the latest archeological findings, all here in our weekly newsletter.

Abone Ol