Posta Arabası

·

Altısı siyah, altısı beyaz on iki atın çektiği diligence tipi posta arabasında gidiş yönünde oturuyorum. Müsaade isteyerek çıkardığım gambler tipi kunduz kılı silindir şapkam, içinde tavşan derisi siyah eldivenlerim ve pelerinimle birlikte dizimin üstünde ters şekilde duruyor. Ara sıra pencereden değişen manzaraya baksam da gözlerim genelde yolun, yolculuğun, içindeki balina kemiği krinolin veya belini iyiden iyiye sıkıştıran korsenin sıkıntısıyla beyaz nakışlı çantasının askısını veya başındaki mantillanın dantelini yenerek kısaltılmış tırnağıyla kaşırken sessizce kaderini yaşayan genç Bayan Tahabes’in yorgunlukla inatlaşan yüzünde.

Dışarıda kaç kez gece oldu, kaç kez gündüz oldu, kaç kez atların, kaç kez biz iki yolcunun, kaç kez bir mezarı andıran bedeni ve mizacıyla atları kırbaçlarken dahi heyecansız ve sessiz arabacımız Bay Autrom’un beşeri ihtiyaçları için durduğumuzu saymadım. Kah karlı dağların zirvelerinde, kah saplanıp kaldığımız kum düzlüklerinde, kah deli seller, kah gelincikli kırlarda mümkün olduğunca fanilerden uzak süren yolculuğumuz boyunca birbirimizle konuşmak yerine izleyerek tanımayı veya izlediklerimiz üzerinden vardığımız yargı doğrultusunda konuşmamayı seçmiştik.

Araba Bay Autrom’un frene asılmasıyla karlı bir ovanın ortasında durdu. Arabanın üzerindeki seslerden anladığımız kadarıyla Bay Autrom iniyordu. Biraz sonra kapıyı açıp mezar taşı gibi bir ifadeyle ben orada değilmişim gibi konuştu.

“Bayan Tahabes, bir süre burada duracağız, sonrasında uzun süre mola veremeyeceğiz.” dedi.

Bayan Tahabes yeni bir sabır eşiğini atlamak için derin bir nefes alıp eteğini toplayıp kara ilk adımını attı. Ardından pelerinimi redingotumun üzerine alıp, şapkamı ve eldivenlerimi giyip arabadan indim. Cep saatimi çıkarıp baktım. 19:00

* * *

Uçsuz bucaksız ovanın tam ortasında posta arabası kalacak şekilde karda ayak izlerimizi bırakarak üçümüz farklı yönlere doğru birbirimizden uzaklaştık.

Bay Autrom’un Bayan Tahabes’e söylediklerinin hem nedenini anlamaya çalışıyordum hem de neden ben zaten biliyormuşum da bana söylemesi gerekmiyormuş gibi davrandığını. Bayan Tahabes de uzunca bir süre mola vermeyecek oluşumuzu kafasına takmışa benzemiyordu. Doğrudan kabullenmiş, molasını kullanmaya başlamıştı.

Bayan Tahabes yeteri kadar yürüdüğünden emin olmak için dönüp arkasına baktı. Posta arabası ve on iki atın altısı beyaz zemin üzerinde nokta gibi kalmış olmasına rağmen bu sefer kendisini güvenli uzaklıkta hissetmiyor, bir şey içini sıkıyordu. Her seferinde mola dönüşünden mola dönüşüne arabaya binerken gösterdiği zoraki nezaketle başıyla selamlayıp yerine oturduktan sonra aralıksız ve günler süren yolculuk fasılaları boyunca tek kelime etmeden yaban domuzu gibi gözlerini gözlerinden almayan Bay Oahc’ı düşündü, “Dilerim bu defa gittiği yerde bir canavara yem olur” diye içinden geçirirken bu dileğin gereksiz sertliği ve adaletsizliğinden rahatsız olup kendi kendine utandı. Bu defa adamın adının anlamsızlığını düşündü. “Oahc da ne demek ki?” Bunu aralarındaki bir sohbete kulak misafiri olduğu kadarıyla Bay Autrom da merak etmişti. O da ne demişti, “hep bir adım olduğunu iddia ettiler.” Evet böyle demişti, karşılığında Bay Autrom üstelememiş, yola çıkmak için sürücü koltuğuna tırmanmıştı.

Bay Autrom uzun silindir şapkası altında uzun yüzü, sadece çenesinin çevresini saran sakalları ve kemerli burnunun iki yanındaki derin çukurlara hapsolmuş gözleriyle o da Bayan Tahabes ve Bay Oahc gibi önündeki karı ikiye yararak yürüyordu. Üzerinde siyah frak, cepkeni ve beyaz gömleğinin iki yakasını bir araya getiren lalettayn bağlanmış siyah boyunbağından başka bir şey yoktu onu geçtiği mevsimlerden koruyan. Ziyadesiyle zayıf, ziyadesiyle uzun, ziyadesiyle kambur, ziyadesiyle kel akbabaları andırdığının o da farkındaydı. Bu yüzden arabanın konforlu tarafında olmak yerine üstünde olmayı tercih etmiş, titizlikle seçtiği yolcularının gitmek istedikleri yer neresi olursa olsun onları istedikleri yere ulaştırmasıyla kendi dünyasında şöhret sahibi olmuştu. Konuşkan biri değildi Bay Autrom. Her zamanki gibi tehlike kokusunu almış, öncesinde önlem olarak durabileceği en güvenli noktada durmuştu. “Hesaplarıma göre saat 19:14’te fırtına kopacak” dedi kendi kendine. Başını gökyüzüne çevirip soğuğu içine çekti, “19:39’da daha büyüğü kopacak” dedi bu defa; “Bütün dünyayı saracak.”

Elini cepkenin cebine götürüp köstekli saatini çıkarıp baktı, 19:04

* * *

Güneyden Bayan Tahabes, batıdan Bay Autrom ve kuzeyden Bay Oahc yerde bıraktıkları izleri takip ederek her biri geldiği yönden tam ortalarında bıraktıkları noktaya doğru yürüyorlardı. Ki güney yönünden kendilerine yaklaşan iki karaltıyı görene kadar. Üçü de oldukları yerde durdu, güneydeki karaltı da durmuşa benziyordu. Anlaşmışçasına üçü yedişer adım attı, karaltı da attı. Bay Autrom’un maestroluğunda atılan güvenli adımlarla diligence tipi arabanın yanına geldiklerinde karaltı netleşmiş, biri koyu esmer tenli, diğeri açık renkli sekiz yaşlarında iki gürbüz oğlan ellerinde birer buket gülle duruyordu. Oğlanların elleri soğuktan kızıl katı şişmiş, yanaklarındaki kılcallar patlamıştı. Bay Autrom çocukların yanına gitti, yüzünde her zamankinden daha kasvetli bir mezarla geri döndü. Önce Bayan Tahabes’in yanına gidip onunla duyamadığım tonda bir şeyler konuştu, Bayan Tahabes’in karşılık vermek yerine mantillasının dantelini çekiştirmekle yetindiğini gördüm. Bay Autrom Bayan Tahabes’ten bana seken bir taş gibi yön değiştirdi. Gözlerini tam gözlerime dikip “Bay Oahc, bu çocuklar 20:18’e gidiyorlar.” dedi.

Şaşkınlıkla gözlerimin büyüdüğünü sanıyorum, “Emin misiniz Bay Autrom? Daha önce 20:18’e kadar gidebilen biri olduğunu sanmıyorum, hele ki bunlar küçücük çocuk” dedim.

“Bay Oahc, bunun için sizin onayınız gerekiyor, sizin ve Bayan Tahabes’in. Bir de istekleri var, yan yana oturmak istiyorlar.”

Bu, yolculuk boyunca izlediğim manzarayı artık izleyemeyeceğim anlamına geliyordu. Değişikliklerden hoşlanan biri olmamam ile çocukların yolunun uzunluğu ve çetinliğinin üzerimde yarattığı vicdani yük arasında kaldım. Değişiklikten de vicdani yükten de hoşlanmıyordum. Ayrıca Bay Autrom sona benim oyumu bıraktığına göre bayan Tahabes’in onayını almıştı.

“Adları?” diye sordum.

“Fark eder mi bilmiyorum ama sorayım” diyerek ağır ağır yanımdan ayrıldı.

Biraz sonra önce Bayan Tahabes’in yanına gidip ona söyledikten sonra benim yanıma gelip çocukların adlarının Neven ve Natan olduğunu söyledi.

* * *

Gidiş yönünde arabanın sol camına omzumu dayadım, Bayan Tahabes usturuplu bir şekilde oturuyor, başı hafif sağa dönük. Boynundaki “vav” dövmesi ilk kez gözüme çarpıyor, hatırlamaya çalıştığı, tutmakta zorlandığı bir yemini olmalı. Neven karşımda, benim gibi omzu camda, Natan’ın omzu diğer camda.

Natan sol elinde tuttuğu buketi maharetli bir bilek hareketiyle kaldırıp sağ elinin parmak uçlarıyla gülleri sayar gibi yapıyor, kafasında bazı hesaplar yaptığı muhakkak. Neven de aynı hareketle gülleri kendi yüzünün hizasına kaldırıyor, diğer elini hızlıca güllerin kırmızı kadife çiçekleri üzerinde gezdirip kokunun tüm arabayı sarmasını sağlıyor. Birinden birinin biraz sonra bir densizlik yaparak Bayan Tahabes’e gül almam için ısrarcı olması fikri terlememe neden oluyor. Boyunbağımı gevşetiyorum.

Tek gonca gül burnumun dibinde. Natan hızlı davrandı.

Bayan Tahabes bu sınavı nasıl geçeceğimi merak etmiş olmalı ki gözleri Natan’la aramızdaki sessiz alışverişin üzerinde. Redingotumun iç cebindeki cüzdandan bir banknot çıkarıp uzatıyorum. Gül elimde. Neven ve Natan da artık ne yapacağımı bekliyor. Gülü Bayan Tahabes’e şimdi uzatacak kadar küstah değilim. Gülü şapkamın içine eldivenimin yanına diklemesine koydum. Kırmızı başını şapkanın çeperinden Bayan Tahabes’e doğru uzatan yavru bir kedi gibi öylece duruyor. Bay Autrom’un kehanet ettiğine göre her şey yolunda gidecek olursa Bayan Tahabes’le 20:19’da çok daha muhabbetle tekrar karşılaşacağım için acele etmeme gerek olduğunu sanmıyorum. Tabii bu arabayı terk ettikten çok daha sonrasına tesadüf eden bir zaman dilimi olmakla birlikte Bay Autrom’la da aramda bir sır.

Bay Autrom her yolculuk esnasında her bir yolcusuna birer sır verirmiş, benim payıma düşen sır da bu oldu. Kehanetlerinin tuttuğunu söylemekte yarar var. 19:14’te başlayan fırtınanın kasveti öylesine boğucuydu ki 19:18’e kadar boğazımızda adeta öküz oturuyordu. Hele ki 19:39’da başlayan fırtınada dayanamadık, herbirimiz hıçkırıklara boğulmuş ağlıyorduk. Nihayet 19:45’te hava son bir kez patladı, öylesine patladı ki nutkumuz tutuldu ama bir daha öylesi fırtınalar kopmadı.

Ben 19:74’te tam inmem gereken zamanda arabadan indim. Bayan Tahabes ve çocuklar Bay Autrom’un yönetiminde yola devam etti. Şapkamı, eldivenlerimi ve içindeki gülü ileride beni hatırlaması için Bayan Tahabes’e bıraktım.

Unuttu…

Yorum bırakın

Get updates

From art exploration to the latest archeological findings, all here in our weekly newsletter.

Abone Ol